
İstiklal Marşı Yılında: İstiklal Marşı'mızın Edebiyat Sanatları Açısından Çözümlenmesi - 9
Cüneyt Özdemir
İlâhî,
ruhumun senden emeli ancak şudur: Yabancının (nâmahremin) eli, mabedimin
göğsüne değmesin! Bu ezanlar '“ ki şehadetleri dinin temeli(dir) '“ benim
yurdumun üstünde ebedî (olarak) inlemeli(dir).
Şair, Allah'a sesleniyor.
Bu seslenmede ruhunun emelini dile
getiriyor, emelinin/isteğinin ruhuna ait olması içtenliğine, samimiyetine
işarettir. 'Ancak' kelimesi, emelinin tek olduğunu, sadece bu olduğunu anlatır.
Bu emel, iki kademeli bir istektir.
Birinci kademesi, mabedinin göğsüne,
düşman elinin değmemesidir. Mabet, cami ve mescit gibi ibadet edilen yerlerdir.
Mabet, kişinin Allah ile baş başa kaldığı, ona aracısız olarak en yakın olduğu
mekândır. Cami, bunların başında gelir. Bu sebeple camileri yalnız Müslümanlar
yaptırır, korur ve güzelleştirir. Şair, kapalı istiare yoluyla mabedi, iffetli
bir kadına benzetmiştir. Buna göre mabedinin göğsü, kapalı istiare/ad aktarması
yoluyla iffetli bir kadının göğsü anlamındadır.
Metinde benzetilen isim 'mabet' söylenmiş, kendisine benzetilen 'iffetli
kadın' ismi ise söylenmemiştir, ancak onun bir özelliği olan 'göğüs'
söylenmiştir. Biz bu kelimeden mabedin iffetli bir kadına benzetildiğini
anlıyoruz. 'Yabancının (nâmahremin) eli değmesin' demekle, düşmanın, ona zarar
vermesi ve onu ele geçirmesi, gibi ileri düzeyde sahiplenmeleri bir yana, ona
dokunmasını bile istemediğini ortaya koymaktadır. 'Göğüs' kelimesi burada, yine
bir söz sanatı olan mürsel mecazda parçayı söyleyip bütünü kastetmek yoluyla,
iffetli kadının, dolayısıyla vatanın bütünü anlamındadır. Simgesel olarak
iffetli bir kadın söylenmiş, onun yaşadığı yer, ülke kastedilmiştir. İnsan,
eşini nasıl sahiplenir, kıskanır ve korursa, mabedini/vatanını da onun gibi
sahiplenmeli, kıskanmalı ve korumalıdır. Edebiyatımızda vatan ile anne, hatta
sevgili arasında yakın ilişkiler kurula gelmiştir. Bu ilişki, burada iffetli
bir kadını da içine alacak şekilde genişletilmekle zenginleştirilmiştir.
İkinci kademesi, içinde dinin temeli olan
şehadet kelimelerinin bulunduğu ezanın, yurdumun toprakları üstünde kıyamete
kadar okunmaya devam etmesidir. Ezan, İslamiyet'te namaz vaktinin geldiğini
Müslümanlara bildirmek maksadıyla müezzinin minareden yüksek sesle yaptığı
namaza çağrıdır.
Ezanın burada simgesel bir anlamı da
vardır. O da okunduğu yerin bir İslam beldesi olduğunu göstermesidir. Nitekim
kilisenin tepesinden çalınan çan sesi de, orasının bir Hristiyan beldesi
olduğuna işarettir. Bu simgelerin üzerinde düşünmek, onları daha yakından
anlamamıza kuşkusuz yardımcı olur. Örneğin ezanda insan sesinin sıcaklığı
vardır. Çan sesinde ise, metal ile madenin çarpışmasından çıkan donuk bir ses
gelir kulaklara.
Arapça aslıyla okunan ezanda Allah'ın
varlığına ve birliğine şehadet/tanıklık etme cümleleri vardır: Onlar,
'Allah'tan başka tapacak yoktur ve Hazret-i Muhammet onun kulu ve
peygamberidir' anlamına gelen cümlelerdir. İslam terminolojisinde bu iki
cümleye 'Kelime-i şehadet/Allah'ın birliğine ve Hazret-i Muhammet'in onun kulu
ve peygamberi olduğuna şahitlik etme' cümleleri denir. İnsan, inanarak, bu iki
cümleyi söylemekle İslamiyet'e girer. Bütün dinsel sorumluluklar ve ibadetler,
bu iki cümlenin söylenmesinden sonra başlar. Bu sebeple bu iki cümle İslam'a
inanmanın temelidir. Dörtlükte, 'ezanlar' kelimesi çokluk şeklinde kullanılmıştır.
Bunun sebebini yorum yoluyla şöyle açıklayabiliriz: Dörtlükte ezanın çokluk
şeklinde kullanılması, namaza çağrı ezanının yanında, başka bir ezanın daha
bulunduğunu çağrıştırır. Araştırmaya devam ettiğimizde kültürümüzde bir de 'ad
verme ezanı' olduğunu görürüz. Kültür geleneğimizde bir bebek dünyaya geldiği
zaman, kulağına önce ezan okunur, sonra adı söylenir. Bu yolla hayatta duyduğu
ilk sesin, ezan sesi olması sağlanır. Bunun kuşkusuz simgesel bir anlamı
vardır.
Yine ezan ve şehadet kelimeleri minareyi
çağrıştırır. Minare, Müslümanlara namaz vaktinin geldiğini bildirmek için
camide müezzinin ezan okuduğu, sala verdiği, şerefesi olan, çoğunlukla taştan
veya mermerden yapılıp caminin bir parçası halinde göğe doğru yükselen ince
mimarlık yapısıdır.
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare.
Mehmet Akif, dörtlüğün sonunda ezandaki
şehadet kelimelerinin yurdumuzun her yerinde namaz vakti geldiğinde
minarelerden kıyamete kadar okunmaya devam edip inlemesini/yankılanmasını istiyor.
Buradaki 'inlemek' kelimesinin, acı ve üzüntü belirten, kesik kesik çıkarılan,
gittikçe zayıflayan ses değil; gür, uğultulu, yankılı ve yeri göğü inleten
yüksek ses anlamına geldiği açıktır.
Şair, dörtlükte düşmanların ellerinin
mabet ve kadınlarımıza değmemesini, ezan seslerinin kıyamete kadar yurdumuzun
her yerinde yankılanmasını, bütün bunların devamı olarak Müslümanların
dinlerini özgürce yaşayabilmelerini istiyor. İslamiyet'in önerdiği yaşam
biçimi, Müslümanların yönettiği bağımsız bir ülkede tam olarak yaşanabilir.
Şairin istekleri, özgür bir vatanda gerçekleşebilir. Öyleyse vatanımız özgür
olmaya devam etmelidir.
İstiklal Marşı, Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nin gündemine üçüncü kez gelip müzakere edilirken, müzakerenin
sonlarına doğru Bolu Milletvekili Tunalı Hilmi (1871 '“ 1928): 'Reis Bey,
müsaade buyurursanız Mehmet Akif Bey'in marşının re'ye vaz'ından evvel bendeniz
ufacık bir rica edeceğim. Tebdil edilmesi ihtimali vardır' diyerek ısrarla söz istemiş, fakat oturumu yöneten Adnan
Adıvar, görüşmelerin tamamlandığını ifade ederek söz vermemiştir. Oylamadan ve
Mehmet Akif'in şiiri İstiklal Marşı olarak kabul edildikten sonra oturum
dağılırken, Hasan Basri Çantay, Tunalı Hilmi'yi bulmuş ve itirazının ne
olduğunu sormuştur. Verdiği cevap şudur:
'Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli'
mısralarındaki
'inlemeli' kelimesinin, 'gürlemeli' şekline çevrilmesini isteyecektim'.
'İnlemek' kelimesinin bağlamına göre bu
manayı zaten içerdiğini az yukarıda söylemiştik.
Mehmet Akif, bu kıt'ada vatanseverlik ile din duygusunu
birleştirmiştir: 'Onun vatanseverlik ile din duygusunu birleştirmesi, tarihi
hakikatlere ve Türk halkının temel duyuş tarzına uygundur. Türk tarihinin son
bin yılı ve Türkiye tarihi İslamiyet ile yoğrulmuştur. Bu nasıl inkâr
olunabilir? İstiklal Savaşı'nın kazanılmasında Türk halkının din duygusunun
mühim rol oynadığı da bir vakıadır. Avrupalıların da Türklere karşı Hristiyanî
duygularla hareket ettikleri göz önüne alınacak olunursa, Akif'in vatanseverlik
duygusu ile din duygusunu birleştirmesine şaşılmaz'
Millî Mücadele'nin ilk günlerinin dinî
havasını anlatan pek çok hatıra ve çalışma vardır. Sadece bir örnek vermekle
yetinelim. Ruşen Eşref, Mustafa Kemal Paşa'yla bir görüşmesinde şöyle
demektedir: ' O eski Meclis binasının bir küçük odasında bir mescit vardı.
Hatırımda yanılmıyorsam, Meclis'in koridorunda veya kapısına yakın bir yerinde
ezan da okutturulurdu. Hatta o ezanlar(ı), bazı günler pek gür ve güzel sesli,
Kuva-yı Milliyeci kılığında giyimli, baldırları dolaklı, bacakları külotlu,
başı kalpaklı Hafız Hüseyin okurdu. Ara sıra onu cepheye götürürdüm. O bir
hafız, kasidegû (kaside söyleyen) idi ki, güzel ve heyecan verici sesini Garp
Cephesi'ndeki kıt'alara dinletirdim; bu sesle onları şevke getirirdim. Onu
cephenin her tarafında semt semt dolaştırıp Türkçe kaside okuyuşunu askere
dinletirdim.
Midhat Cemal Kuntay, Mehmet Akif'in
dostlarını anlattığı bir yazısında Mısırlı Prens Abbas Halim'den söz ederken
şunları söyler: 'Prens Abbas Halim, Akif'i benim kadar seviyor, bizim kadar
anlıyordu. Yalnız bizimle onun arasında fark var: Amelî dostluğu, Akif ondan
gördü. Evet bizim kadar anlıyordu. Çünkü Prens senelerce sonra 'Akif, bu
beyittir' diyecek:
Rûhumun senden ilâhî şudur ancak emeli
Değmesin ma'bedimin göğsüne nâmahrem eli'
Mısırlı Prens Abbas Halim'in bu beğenisi,
İstiklal Marşı'mızda dile getirilen duygu ve düşüncelerin, ülkemizin devamında
İslam ülkelerinde de kabul gördüğünün bir örneğidir. Bütün bu anlattıklarımız, şu beyitte adeta
özetlenmiştir:
'Adına
denilince bir yerin Türk ülkesi,
Gözüm al bayrak arar, kulağım ezan
sesi'.
Ezanın
Müslümanları namaz kılmaya çağırmasının yanında dinsel duyguları uyandırmak ve
onların iç dünyalarını zenginleştirmek görevi de bulunmaktadır. Ömer
Seyfettin'in 'İlk Namaz' hikâyesi ile Yahya Kemal'in 'Ezansız Semtler' yazısı,
bu noktada akla ilk gelen estetik metinlerdir.
İlk ezanı, peygamberimiz Hz. Muhammed'in isteği üzerine
Bilal Habeşi 622 tarihinde Mekke'de okudu. O tarihten itibaren bütün İslam
dünyasında ezan, günümüze kadar asıl şekliyle okunmaya devam ede geldi. Buna
göre ezan, yeryüzünde beş kıt'aya yayılmış Müslümanların birlik simgelerinden
biri olmaya devam etmektedir.