Bu her şeyin bir anda hızlıca değişmesi modern zamanların laneti midir yoksa
lütfu mudur insan karar veremiyor bir türlü.
Aslında bu yazının konusu geçen haftadan hazırdı.
Amerika Birleşik Devletleri’ndeki seçim sistemi hakkında karşılaştırmalı bir
yazı yazmayı planlıyordum.
Şimdi işin içinde yazarınızın üşengeçliği de var ama bu hızlıca değişen
gündemde önceden konu belirleyip yazmak bazen çok zor oluyor.
Zaten elimizdeki elektronik aletlere sürekli gelen bildirimlere bağlı
yaşadığımız şu hayatta günlük hayatı önceden planlayıp yaşamak da kolay değil.
Hele ki benim gibi “dikkat eksikliği”niz varsa günlük hayatta birçok şeye
odaklanmak tam bir işkence.
Kişisel “kusurlar”ın üstüne bir de gündemin iç açıcılığı (!) tuz biber ekiyor.
İşte yine böyle yoğun gündemli günlerden geçerken İzmir’deki deprem haberi,
zaten salgınla ve hayat gailesiyle sarsılmış olan bünyelerimizi iyice sarstı.
İlkokuldan beri öğrendiğimiz “deprem ülkesi” olduğumuz gerçeğini her depremden
sonra bir - iki ay kadar konuşup (deprem İstanbul haricinde bir yerde olduysa
tabi bu süre daha da kısalıyor) sonra rafa kaldırıyoruz.
Ülkemizin yaşadığı büyük depremlerin sayısı az değil.
O günlerden geriye kalan acılar da az değil.
Hele ki depremin ciddi hasarlar bıraktığı yerde yaşayan insanlar için
ömürlerinin sonuna kadar unutulmayacak acılar bunlar.
1999 yılındaki Marmara Depremi ülke olarak belleğimizdeki en güçlü deprem
acılarından biri.
Özellikle o dönem Marmara Bölgesi’nde yaşayan ve yaşı yeten herkes o gün o
saatte nerede olduğunu, ne yaptığını ve sonrasında neler olduğunu hala
hatırlıyor.
Üzerinden yıllar geçmiş olsa da bulunduğu yerde hissedilsin hissedilmesin her
deprem sonrası hatırlıyor.
Tabi 1999 yılından bu yana alınan dersler yok mu?
Bence var.
Mesela o yıllarda önemini anladığımız doğal afet sonrası arama kurtarma
çalışmaları konusunda yaya kalmamışız.
Arama kurtarma çalışmaları konusunda fazlasıyla yol aldığımızı görmek çok
sevindirici.
Diğer konularda da böyle yol alma için neler yapmak gerektiği ortada.
Vatandaş olarak üstümüze düşen görevler var.
“Dayanışmak”, doğal afetlere yönelik sivil toplum kuruluşlarında “gönüllü”
olmak, bence hepsinden en önemlisi deprem bölgesi olsun olmasın kent
yöneticilerini bu konularda somut çözüm üretene kadar, gerekli önlemleri alana
kadar “darlamak.”
Şimdilik en önemli görev bu gibi gözüküyor.
Unutmadan doğal afet sadece deprem değil.
O sebeple Edirne’de zaten büyük deprem olmuyor deyip, kulağımızın üstüne
yatmayalım değil mi sevgili okur?
***
Sosyal medya artık günlük hayatımızın bir parçası.
Toplumun büyük bir kesimi, sosyo - ekonomik yapısı fark etmeksizin sosyal medya
platformlarını kullanıyor.
Bu platformlar çoğunlukla haber almak ve yaymak için kullanıldığından,
paylaşımlarda yer alan bilgilerin doğruluğu ve güvenirliği çok önemli.
Salgınla birlikte bir kez daha gördük ki sosyal medya (yine sosyal medya
platformlarında çokça paylaşılan, kaynağına dair çeşitli atıflarda bulunan)
özlü bir sözü; “Gerçek ayakkabılarını giymeden, yalan dünyayı üç kez dolaşır”ı
ironik bir biçimde kendi eliyle doğruluyor.
Gereksiz panik havası yaratan paylaşımlar, doğruluğundan emin olunmadan bazen
de “Aman ben de paylaşayım da eksik kalmayayım” dürtüsüyle yapılan paylaşımlar özellikle
afet anlarında bilgi kirliliğine neden olup, kısıtlı kaynakların yanlış
kullanımına yol açabiliyor.
Afetlerde asıl kullanmamız gereken sosyal medyanın popülerliği değil.
“Duyar kasmak” hiç değil.
Özellikle böyle anlarda gerçek faydanın peşinde olarak, sosyal medyanın gücünü
kullanmak.
Ardı ardına travmatik görüntüleri paylaşarak yaralara derman olduğunu sanmak
yerine, teyitli bilgiler ve yardım listelerini paylaşarak insanlara gerçekten
yardım ulaştırmaya çalışmaya katkı sağlamak çok daha iyi değil mi?
Duygu ve düşüncelerinizi paylaşmayın demiyoruz ama bu tür durumlarda “vicdan
mastürbasyonu” yerine “gerçek fayda”nın peşinde olmak bence artık vatandaşlık
görevi.
Madem bu sosyal medya artık hayatımızın bir parçası bari bu durumlarda maksimum
verim alalım kendisinden.
Böyle bir işe de yarasın hazret!