Hoca durur mu yapıştırdı cevabı: “Tatlım, tarihi önce yazıyorlar ben sonra anlatıyorum bilgin olsun. Yani ne yapmamı bekliyorsun olmadan mı anlatayım?” Tabii ki de bunu kastetmediğini, olayların ayrıntılarını takip etmeyişimi eleştirdiğini biliyordum. Ruh halim senelerdir devam eden yorucu bir savaşın ayrıntılarını öğrenmek için uygun değildi. Hayırlısıyla şu Merkür’ün geri hareketi bittikten sonra biraz düze çıkıp kendi hayatımdan uzak hayatları da düşünmeye, sadece kendime üzülmeyip onlar için de üzülmeye başlayabilirdim. Şaka yapıyorum tabii ki! Siz beni mahalle yanarken saçını tarayan o bayanla karıştırdınız galiba? Müthiş bir bilgi kirliliği vardı henüz. Savaşa pornografik bir iştahla yaklaşan ağzı salyalı yorumcuların hızı kesildikten sonra, belki eli yüzü düzgün birkaç analiz yazılabilirdi. Koca koca analizlerin, dış politikaların içinde insanın izine rastlanmıyordu gerçi. Biri çıkıp “siviller” dedikten hemen sonra stratejik önemi olan bir bölgeden bahsetmeye başlıyordu. Lanet olası stratejik bölgeler resmen bölünerek çoğalıyorlardı. “Bir ülke kaç parçaya bölünüp görücüye çıkabilir?” sorusunun cevabı henüz bulunamamıştı. Elimdeki toz beziyle bize durmadan kötü haber veren televizyonu bi güzel sildim. Toz bezi buncalık “kir” karşısında kifayetsiz kalıyordu. Dünyayı bir müddet sirkeli suda bekletmeli fanteziler eşliğinde temizliği bitirdim. Sonuçta bir ev bir evdir.Sığınağım tertemiz olmuştu. Bu camın arkasındaki hiçbir şey şimdilik beni korkutmuyordu.
Okuldaki gelişmelerden de kaçarım bir müddet.Üstelik de en sevdiğim yerde kitapların arasında, bana değmeyip geçen bu “gelişmelerin” ve gürültünün kendimi daha da güvende hissettirdiğini söyleyebilirim. İyi yaptığım bir işin, çok iyi tanıdığım bir binanın orta yerinde karşıdan gelen kurşunların her birinden küçük hareketlerle sıyrılanKeanuReeeves gibi dikiliyorum. Bu duygunun aynısını evde çocuklar ve eşim yokken de hissederim. Şikayet eden, bir şeyler isteyen insanlar olmadığı zamanlarda ev tabii ki de sığınakların en birincisiydi. Yine şu anda olduğu gibi evin açık pencerelerinden dışarda oynayan çocuklarımın şen seslerini de duyuyorsam, içimde hiçbir vicdan azabı kalıntısı olmadan o anın keyfini sonuna kadar sürebilirim. Evet, bir sonu vardı. Evin zili de okuldaki ders zili de önünde sonunda çalıyordu. Ama zaten biraz da bu yüzden anlamlı değil miydi? Sonsuza kadar bir şeylerin kıyısında yaşamak, merkezinde, o uğultunun tam ortasında olmamak bu duygunun tadını çıkarmama engel olma mıydı? Nasıl bi yer çılgınlığın ortasında kendime bulduğum vaha kadar değerli olabilirdi ki? Bu Ramazan ayında iftar, tüm gün yorulduğun bir badanadan sonra uyku gibiydi…
Yalnız başıma bir Cumartesi kalabalığında, araçların, insanların arasından kimseye değmeden geçtiğim, kimseyle konuşmadığım, belki sadece kendi demlemediğim bir çayı içmek için bir garsonla, belki sadece gölgeli bir parkta okumak için gazete alırken bir büfeciyle toplamda dört satır konuştuğum bir gün. Yani görünürde kimsenin farkında olmadığı onlarca kişiyle zihnimde yaptığım konuşmaları saymazsak. İnsanların yanına dönmeden önce dışarıdakinden çok daha yoğun olan zihnimdeki gürültüyü dindirmeliydim. O öyle bir takım köşelere çekildiğimde susmuyordu ne yazık ki. Derin bir konsantrasyon, adanmışlık da gerektiriyordu. Bazen harf harf satır satır bir sayfanın üstüne akmalı, bazen bir çiçeğin çanak yaprağının pembeliğine gömülmeli, bazen bir kokuyla uyarılıp havaya karışmalıydı. Biraz sonra spor ayakkabılarımı giyip bu düşünceleri koşu yaptığım arazinin derinliklerine bırakmaya, ayağımın yere her temasıyla birinden kurtulmaya karar verdim. Şimdi buraya akan sözcüklerin bu gürültüyü nispeten susturduğunu ve sakinleştirdiğini söyleyebilirim. Keşke şu dünyanın korkunç ve acılı uğultusunu da dindiren bir şeyler olsa. Benim için geçici olarak uzaktan kumandanın kırmızı düğmesi. Diğerleri için?
*Başlık, Thomas Hardy’nin ünlü yapıtından intihaldir.